Connect with us

Hi, what are you looking for?

HariciyeHariciye

Köşe Yazıları

Sena Darbaz yazdı: “Tarihin Gölgesinde, Diplomasi Masasında: Kıbrıs”

Uluslararası ilişkilerin en çetin imtihanlarından biri, tarihsel bagajı ağır coğrafyalarda verilir. Akdeniz’in doğusunda bir ada vardır ki, bu bağlamın en çarpıcı örneğini teşkil eder: Kıbrıs. Osmanlı’dan günümüze, diplomasi ile reelpolitik arasındaki tüm gerilimlerin düğüm noktasıdır burası. Tarihi, sadece ada halkının hikâyesi değil; Osmanlı İmparatorluğu’nun stratejik mirası, İngiltere’nin sömürgecilik alışkanlığı, Soğuk Savaş’ın jeopolitik fay hatları ve nihayet günümüzde Avrupa Birliği, Rusya, Amerika Birleşik Devletleri ve bölgesel güçler arasında süren çok katmanlı bir hesaplaşmanın aynası.

Benim kanaatime göre, bugün Kıbrıs üzerine konuşurken sadece güncel siyasi tartışmalarla yetinmek, diplomatın pusulasını kaybetmesiyle eşdeğer olur. Bu ada, tarihsel ve jeostratejik bakımdan Türkiye’nin sadece bir “komşuluk” meselesi değil, ulusal güvenlik doktrininin, enerji diplomasisinin ve bölgesel nüfuz stratejisinin mihenk taşıdır. Bunu görmeden yapılan her analiz, eksiktir.

Tarihin Aynasında Kıbrıs

Kıbrıs’ın tarih sahnesine bakıldığında, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1571’deki fethiyle başlayan dönemi, yalnızca askeri bir zafer olarak görmek eksik olur. Bu, Doğu Akdeniz’de de dengeleri değiştiren bir gelişmeydi. Ada, Osmanlı’nın denizlerdeki hakimiyetini tahkim ettiği gibi, Levant ticaretinin güvenliği açısından da kritik bir rol üstlendi. Kıbrıs’ın, 1878’de İngiltere’ye “geçici idare” adı altında verilmesi ise Osmanlı’nın Batı ile kurduğu ilişkilerin kırılganlığına işaret eden bir dönemeçtir. Burada asıl mesele, ada halkından ziyade, büyük güçlerin hesaplarının gölgesinde Osmanlı’nın kaderinin şekillenmesiydi.

Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Türkiye, uzun süre Kıbrıs’a doğrudan müdahil olmamayı tercih etti. Ancak 1950’li yıllarda, Yunanistan’ın Enosis hayaliyle beraber mesele uluslararası gündeme taşındı. 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, kâğıt üzerinde iki halkın eşitliğini öngörüyordu. Fakat çok geçmeden, anayasal düzen çöktü ve adada Türk toplumunun güvenliği tehdit altına girdi. 1974’teki darbe girişimi ve Türkiye’nin garantörlük hakkına dayanarak gerçekleştirdiği Barış Harekâtı, sadece bir askeri operasyon değil, uluslararası hukuk açısından meşruiyetini bulan zorunlu bir adımdı. Bu harekât, Kıbrıs Türklerinin varlığını teminat altına aldı.

Masada Değişmeyen Gerçekler

Bugün gelinen noktada, Kıbrıs sorunu, yalnızca Lefkoşa’nın ikiye bölünmüşlüğüyle sınırlı değil. Mesele, çok daha geniş bir çerçevede ele alınmalıdır. Birincisi, Doğu Akdeniz’deki enerji yatakları, Kıbrıs’ı yeniden uluslararası diplomasinin odağına oturtmuştur. Doğalgaz rezervleri, sadece ekonomik değil, jeopolitik bir araç haline gelmiştir. İkincisi, Kıbrıs, Türkiye’nin güney kanadında bir güvenlik kalesidir. Suriye’deki iç savaş, Lübnan’daki kırılgan siyasal yapı ve Doğu Akdeniz’deki askeri hareketlilik düşünüldüğünde, adanın önemi daha da artmaktadır.

Burada altını çizmek gerekir: Kıbrıs’ta çözüm arayışları bugüne kadar çoğu kez Avrupa merkezli perspektiflerle kurgulanmış, Türkiye’nin güvenlik kaygıları çoğu kez görmezden gelinmiştir. Halbuki adada kalıcı barışın sadece müzakere masasında tesis edilmesi zor bir ihtimal. Ancak bu, sahadaki güvenlik dengelerinin de gözetilmesiyle mümkün olabilir. Uluslararası toplumun bu gerçeği nihayet kavraması, meseleyi çözüme yaklaştırabilir.

Yavru Değil, Ana Vatan

Türkiye açısından Kıbrıs, tarihsel bir sorumluluk ve jeopolitik zorunluluk konumunda. Bu da yalnızca ulusal güvenlik meselesi değil, kimliksel aidiyetle de ilgili. Kıbrıs Türkleri, Anadolu’nun ayrılmaz bir parçası olarak görülmüş, bu bakış açısı da toplumun hafızasında yer etmiştir. Bugün Türkiye’nin bölgesel stratejisi, enerji hatlarından güvenlik doktrinlerine kadar geniş bir yelpazede Kıbrıs’ı merkeze alır.

Osmanlı mirası üzerine kurulu bir ulus-devlet olarak Türkiye, Doğu Akdeniz’deki varlığını sadece güç siyasetinden ziyade, tarihsel meşruiyetle de savunuyor. Dolayısıyla, mesele sadece diplomatik bir dosya olmanın da ötesinde, Türkiye’nin bölgesel vizyonunun vazgeçilmez bir parçası olarak görülmeli.

Retorik Bir Okuma

Burada bir parantez açarak, Prof. İlber Ortaylı’nın sıklıkla vurguladığı bir hakikati hatırlamak yerinde olacaktır: “Tarihi bilmeden diplomasi olmaz.” Bu söz, Kıbrıs meselesinin özünü açıklayan anahtar cümledir. Kıbrıs, tarihin gölgesinde şekillenmiş, büyük güçlerin rekabetinde yeniden tanımlanmış bir coğrafyadır. Eğer diplomat, tarih bilincini yitirirse, ada meselesinde attığı her adım boşluğa düşer.

Bugün Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs Rum Kesimi’ni bir “tam üye” olarak kabul etmesi, bu tarihsel bilinç eksikliğinin bir sonucudur. Ada, fiilen bölünmüşken, böylesi bir karar, çözümü zorlaştırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Bu noktada Türkiye’nin pozisyonu nettir: Ada’da kalıcı çözüm, iki toplumun siyasi eşitliği üzerine inşa edilmeli.

Mücadeleye Tanıklık

Kıbrıs, tarih boyunca yalnızca bir ada olmaktan öte, imparatorlukların, büyük devletlerin ve diplomasi geleneğinin en çetin sınav sahalarından biri olmuştur. Bugün dahi Doğu Akdeniz’deki jeopolitik denklemleri anlamak isteyen her zihin, mutlaka Kıbrıs dosyasını açmak zorundadır. Nitekim son haftalarda yaşanan gelişmeler, adanın hâlâ ne kadar canlı bir mesele olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir.

İngiltere’de İşçi Partisi Milletvekili Afzal Khan’ın, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ı ziyaret etmesinin ardından hem Rum lobisinden hem de İngiltere’nin siyasi çevrelerinden gelen yoğun baskılar, bir milletvekilinin istifasına kadar varan süreci tetikledi. Bu gelişme, basit bir protokol ziyareti olmaktan öte, İngiltere’nin Kıbrıs üzerindeki tarihsel ve güncel rolüne dair ciddi sorgulamaları yeniden gündeme taşıdı. Khan’ın istifası, yalnızca bireysel bir karar olmanın da ötesinde; Londra’daki siyasi iklimin, Rum lobisinin baskın etkisinin ve çifte standartların apaçık göstergesi oldu.

Bütün bu gelişmeler üzerine, 2022-2024 yılları arasında Kuzey Kıbrıs Meclis Başkanlığı görevini yürütmüş olan Sayın Zorlu Töre ile bir telefon görüşmesi gerçekleştirdim. Töre, Kıbrıs Türk halkının tarihsel mücadelesine tanıklık etmiş bir siyasetçi olarak, İngiltere’nin tarafsızlık iddiasını sert sözlerle eleştirdi. Onun ifadeleri, yalnızca güncel bir diplomatik krizden bahsetmiyor; aynı zamanda hafızamıza kazınmış tarihî gerçekleri de yeniden hatırlatıyordu.

Töre, sözlerine şu cümlelerle başladı:

“Adada İngiliz askerleri vardı, şimdi İngiliz egemen üsleri var. Evet, Kıbrıs’ta Türkler sürekli olarak baskılara ve katliamlara maruz kalıyorlardı. Ancak İngiltere o zaman da yine görevini yapamıyordu.”

Ardından, Kıbrıs’ın Osmanlı’dan İngiltere’ye devrediliş sürecini tarihsel ayrıntılarıyla anlatarak, Londra yönetiminin fırsatçılığını hatırlattı:

“İngiltere, Kıbrıs adasını Osmanlı Devleti’nden geçici olarak devralmıştı ve aradan çekileceğini, adayı yeniden Osmanlı Devleti’ne bırakacağını taahhüt etmişti. Ancak Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı’nda farklı kutuplarda yer alınca, İngiltere fırsatçılığını kullanarak Kıbrıs adasını kendisine ilhak etti. 1910 anlaşmasıyla da Kıbrıs adası İngiltere’ye kaldı. Bu, Türkiye Cumhuriyeti tarafından da kabul edildi.”

Töre’nin tarihsel göndermeleri bununla sınırlı değildi. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde Türk tarafının ikinci kurucu ortak olduğunu, fakat Rumların bu ortaklığı tek taraflı işgal ettiklerini vurguladı:

“Daha sonraki yıllarda Kıbrıs adasında İngiltere, eğer bir gün egemenliğine son verecekse, bunu yine Türkiye ile konuşması gerekirdi. Ancak EOKA’cılar ve Yunan cuntası, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak istediler. Rum tarafı daha ağır bastı. Böylece Rumlar birinci kurucu ortak, Kıbrıs Türk tarafı ise ikinci kurucu ortak oldu. Ancak Rumlar bunu kendilerine çevirerek Kıbrıs Cumhuriyeti’ni işgal ettiler.”

Bu noktada Töre, İngiltere’nin yalnızca tarihsel süreçte değil, günümüzde de tarafsızlığını kaybettiğini sert sözlerle ifade etti:

“Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olan İngiltere, hiçbir zaman Kıbrıs Türk halkının hak ve menfaatlerini savunacak bir görüş ortaya koymamıştır. BM kararlarında Türkiye’yi ve Kuzey Kıbrıs Türk tarafını suçlayan hükümler çıkarılmıştır. Dolayısıyla İngiltere hem garantörlük sıfatıyla görevini, hem BM üyesi olarak görevini, hem de NATO müttefiki olarak yükümlülüğünü hiçbir zaman yerine getirmemiştir. Türkiye’yi ve Kıbrıs Türk tarafını değil, her zaman Rum tarafını ve Yunanlıları daha fazla desteklemiştir. Bu görüntü hâlâ devam etmektedir.”

Töre’nin sözleri, yalnızca tarihe ışık tutmadı. Güncel siyasete de ayna tuttu. Khan’ın istifasını, çifte standartların günümüzdeki yansıması olarak nitelendirdi ve şu değerlendirmeyi yaptı:

“Bu sorun, İngiliz milletvekilinin KKTC Cumhurbaşkanlığı’nı ziyaret etmesi üzerine Rumların yaptığı protestolar ve İngiltere’deki yönetimin tavrı ile gündeme gelmiştir. O milletvekilinin görevinden istifa etmesi de buna yol açmıştır. Bu, çifte standartların hâlâ devam ettiğini gösteriyor.”

Ancak Töre, bu tabloya karşın umutsuz değil; aksine, mücadele kararlılığını vurgulayan sözler sarf etti. Bu tür ziyaretlerin önümüzdeki dönemde de devam edip etmeyeceği sorusunu yönelttiğimde:

“Benzer ziyaretlerin önümüzdeki dönemde artması öngörülebilir. İngiliz Parlamentosu’nda Kıbrıs Dostluk Grubu milletvekilleri vardır. Bunlar zaman zaman Kuzey Kıbrıs’a gelip ziyaret ederler ve geri dönerler. Dolayısıyla milletvekilinin istifa etmesi gerçeği değiştirmezdi. Direnmek lazımdır. Londra’da birçok milletvekili vardır, bunlar Kuzey Kıbrıs’a gelip ziyaret ediyorlar, Güney Kıbrıs’ı da ziyaret ediyorlar. Gerçekleri yerinde görüp dinliyorlar. Bizim İngiltere’den beklediğimiz, tarafsız olmasıdır.”

Son olarak Töre, İngiltere’nin Kıbrıs’taki 82 yıllık hâkimiyetini hatırlatarak, EOKA’nın tarihsel olarak İngilizlere bile saldırmış olmasına rağmen Londra’nın Rum yanlısı tavrından hiç vazgeçmediğini şu cümlelerle aktardı:

“Kıbrıs gerçeklerini İngilizler çok iyi bilmektedir. Çünkü adada 82 yıl İngiliz egemenliği sürdü. 1878’den 1960’a kadar İngilizler Kıbrıs adasında kaldılar. Bu süreçte EOKA’cılar çok sayıda İngiliz öldürdüler. Hatta EOKA’nın lideri Grivas’ın kitabında, ‘400 tane gerilla savaşçısı ile koskocaman İngiliz ordusunu Kıbrıs’ta perişan ettik’ diye bir ifadesi vardır. Buna rağmen İngiltere, Rum tarafına daha yakın bir davranış biçimi sergilemeye devam etmektedir.”

Bugün yaşanan bütün bu gelişmelerin ışığında şu gerçek inkâr edilemez: Kıbrıs, dün olduğu gibi bugün de diplomasinin merkezinde yer almaktadır. Rum lobisinin Londra’daki baskısı, İngiltere’nin tarihsel yükümlülüklerini hiçe sayan tutumu ve Kıbrıs Türk halkının haklı mücadelesi, Doğu Akdeniz’deki büyük denklemin ayrılmaz parçalarıdır. Ve şunu hatırlatmak gerekir: Kıbrıs’ı anlamadan Doğu Akdeniz’i, Doğu Akdeniz’i kavramadan da küresel siyaseti anlamak mümkün değil.

Bitirirken

Kıbrıs, dün olduğu gibi bugün de uluslararası diplomasinin mihenk taşlarından biri. Türkiye için Kıbrıs, sadece bir güvenlik meselesinin çok ötesinde, bölgesel nüfuzun ve tarihi sorumluluğun bir simgesi. Bugün Kıbrıs üzerine yürütülen tartışmalar, Suriye’den Lübnan’a, Doğu Akdeniz’den Avrupa Birliği’ne kadar uzanan geniş bir yelpazede değerlendirilmeli; mesele, yalnızca iki toplum arasındaki siyasi anlaşmazlık çerçevesine sıkıştırılmamalı.

Burada sözlerimi, güncel bir gelişmeye değinerek tamamlamak ve yakın zamanda yaşanmış bir meseleye kapı aralayarak devam etmek isterim. Tarih boyunca kırılgan olan adadaki siyasal süreç, bilindiği üzere 12 Ekim 2025’te gerçekleşmesi beklenen seçimleri erteleme ile bir kez daha Türkiye ve Kıbrıs Türkleri açısından dikkatle izlenmesi gereken bir dönemeç hâline geldi. Kıbrıs’ta görev yapan gazeteci bir meslektaşımla yaptığım telefon konuşmasında, kamuoyunun uzun süre seçimin 12 Ekim 2025’te yapılacağını bildiğini; ancak seçim tarihinin 12 Ekim’den 19 Ekim’e ertelendiğini öğrendim. Nitekim 19 Ekim’de Kıbrıs’ta yapılacak seçimler, ada siyaseti açısından kritik bir dönemeç olacak. Ada kamuoyunda bu bilginin yeterince bilinmediğini de söylemek lazım. Bu durum, adadaki siyasal sürecin ne kadar kırılgan ve belirsizliklerle dolu olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor.

Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

You May Also Like

Köşe Yazıları

Basra Körfezinin girişinde yer alan Abu Musa, Küçük ve Büyük Tund adaları 1971 yılında İran tarafından adaların ilhak edilmesinden itibaren günümüze kadar geçen sürede...

Köşe Yazıları

En sonda söylemek gerekeni en başta söyleyelim; Türkiye bu projeyi tamamlayacak, öngörülebilir gelecekte de tamamlamaktan başka bir seçeneğe sahip değil. Bu mecburiyetin gerekçeleri ayrı...

Köşe Yazıları

Yunanistan, önümüzdeki 6 yıl içerisinde sahip olacağı kabiliyetler sayesinde, olası bir çatışmanın 8. saatinde; Tüpraş ve Aliağa rafinerileri; Gölcük ve Aksaz donanma üsleri, Arifiye...

Köşe Yazıları

7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Gazze İsrail savaşıyla beraber dünya gündemi bu savaşın yıkıcılığına odaklandı. Savaşla birlikte Hamas’ın en büyük destekçilerinden biri olan İran’ın,...