Connect with us

Hi, what are you looking for?

Köşe Yazıları

Mertcan Gürkan yazdı: “1990’lı Yıllarda Türkiye-İsrail İlişkileri ve Caydırıcı Eksen”

1949 yılında kuruluşunun hemen ardından İsrail’i resmen tanıyan ilk Müslüman ülkenin Türkiye olması, Tel Aviv ile Ankara arasındaki ilişkileri başından itibaren özel kılan önemli göstergelerden biridir. Tam olarak 29 Mart 1947 yılında Türkiye’nin, İsrail’in bağımsızlığını tanımasıyla kurulan diplomatik ilişkiler, iki ülke arasındaki ilişkilerin geleceği ve taşıdığı potansiyel açısından oldukça önemli bir işaretti. monarşiler ve askeri yönetimlerin egemen olduğu Orta Doğu coğrafyasında Türkiye ve İsrail; demokratik, laik niteliklerinin yanı sıra Soğuk Savaş ortamında Batı ekseninde yer almaları, iki ülkenin tarihselliğinde önemli ortak noktalarından bir diğeri olarak ön plana çıkmaktadır. 1950 yılında Türkiye ile İsrail arasında karşılıklı olarak diplomatik misyonların açılmış olmasına ve yukarıda bahsedilen ortak eksene rağmen iki ülke ilişkilerinde kayda değer oranda yakınlaşma ancak 1990’lı yıllarda görülebilmiştir.

Bu döneme dek Tel Aviv ile Ankara arasındaki ilişkiler, çerçevesini İsrail’in belirlediği “periferi doktrini” etrafında ağırlıklı olarak istihbarat iş birliğine dayanmaktaydı. Yine aynı dönemde İsrail, Arap devletleriyle yaşadığı ve taraflar arasında pek çok defa savaşla sonuçlanan gerginlik sarmalı içerisinde yaşadığı izolasyon ve yalnızlık ortamını, Arap olmayan devletlerle yakınlaşma yoluyla aşma maksadı gütmüştür. Bu bağlamda Türkiye, Arap olmayan Müslüman bir devlet olarak Tel Aviv’in gözünde, Şah dönemi İranı ile birlikte oldukça önemli bir konuma haiz durumdaydı.  Öte yandan Tel Aviv’in Ankara’ya duyduğu ilginin, aynı derecede karşılık bulmadığını da söylemek mümkündür. Soğuk Savaş ortamı boyunca iç politikada oldukça sancılı dönemler geçiren Türkiye, cumhuriyetin kurucu ideolojisinden aldığı “Arap devletlerinin içişlerine ve birbirleri arasındaki ilişkilere dahil olmama” mirasını, İsrail-Arap ilişkileri konusunda da belli bir düzeyde tutmaya özen göstermiştir. Zira Türkiye, laik, demokratik sistem içerisinde Batı ile daha geniş bir entegrasyon çabası içerisinde, dış politikada ilişkilerinin odağını Orta Doğu yerine Atlantik-Avrupa hattına yoğunlaştırmıştı. Öyle ki 1970’li yıllarda dahi Türkiye, Orta Doğu’daki kimi komşuları kitle imha silahları ve balistik füze kabiliyeti edinme noktasında önemli adımlar attığında bile, bölgedeki gelişmelere nispeten sessiz kalma yolunu seçti.

KİLİDİN ANAHTARI: MADRİD BARIŞ KONFERANSI

1990’lı yıllarda, Türkiye ve İsrail ilişkilerinin boyut atlamasının ilk ve temel işaretini, 1991 Madrid Barış Konferansı’nda bulmak mümkündür. İspanya’nın ev sahipliğinde, ABD ve Sovyetler Birliği’nin desteğiyle gerçekleştirilen ve uluslararası toplumun büyük desteğine haiz olan konferansta, İsrail ile Filistin arasındaki barış sürecinin canlandırılması öngörülmekteydi. Suriye, Lübnan ve Ürdün gibi Arap devletlerinin de yer aldığı konferans, Tel Aviv’in pek çok Arap devletiyle resmen ikili ilişkiler geliştirmesine ve diplomatik anlamda iletişim kabiliyetlerini artırmasına büyük ölçüde yardımcı olmuştur.

Bu anlamda Madrid Barış Konferansı, 1991 yılında Türkiye ile İsrail arasındaki diplomatik misyonun büyükelçilik seviyesine yükseltilmesinde anahtar vazifesi görmüştür.

İLİŞKİLERDE İVMELENME

Madrid Barış Konferansı’ndan iki yıl sonra, 1993 yılında Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in İsrail’e gerçekleştirdiği resmi ziyaret, iki ülke arasında giderek ivme kazanacak olan iyi ilişkilerin de müjdeleyicisi durumundaydı. Bakan Çetin’in ziyareti sırasında İsrailli mevkidaşıyla imzaladığı, karşılıklı iş birliğinin artırılmasına dair mutabakatın ardından, 1994 yılında Başbakan Tansu Çiller’in, 1996 yılında ise Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in İsrail’e gerçekleştirdiği üst düzey resmi ziyaretler, bu artan ivmenin önemli bir göstergesidir.

Yine bu dönemde, Cumhurbaşkanı Demirel, Ankara ile Tel Aviv arasında artan yakınlaşmayla ilgili olarak: “Türkiye ve İsrail, bölgenin ekonomik refahını artırmak ve terörü durdurmak için bölgesel iş birliğine karar verdiler.” ifadelerini kullanmıştır.

Türkiye’den İsrail’e gerçekleşen üst düzey ziyaretlerin ardından aynı dönem içerisinde İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres ve İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizmann’ın gerçekleştirdiği iade-i ziyaretler, Ankara’nın ilgisinin Tel Aviv tarafından daha fazla karşılık göreceğinin ve yine Ankara’nın sandığından daha kapsamlı bir iş birliği ajandasının kapıda olduğunu da işaret etmekteydi.

İÇ POLİTİKADAN DOĞAN ETKİLER

Türkiye ve İsrail arasında 1990’lı yıllarda yaşanan yakınlaşmada, İsrail ve Türkiye’nin iç politika değişikliklerinin de etkisi bulunmaktadır. Refah Partisi (RP) ve Doğru Yol Partisi’nin (DYP) kurduğu Refahyol olarak adlandırılan ve 28.06.1996-30.06.1997 tarihleri arasında görevde kalan Erbakan hükümetinin, Türk Genelkurmayı ve çeşitli çevrelerde uyandırdığı rahatsızlık, dış politikada önemli gelişmeleri tetiklemiştir. Bu dönemde Türkiye’de laiklik karşıtı bir tutuma sahip olduğu iddiasıyla eleştirilen RP’nin, Erbakan hükümeti döneminde geleneksel Türk dış politikasından farklı bir yönde tayin etmeye çalıştığı dış politika çabaları, kamuoyunda tartışmalara yol açmıştır. Erbakan’ın girişimiyle, Bangladeş, Endonezya, İran, Malezya, Mısır, Nijerya, Pakistan ve Türkiye arasında D-8 olarak adlandırılan iş birliği teşkilatının kurulması, yine Erbakan’ın  yapmış olduğu resmi ziyaret esnasında dönemin Libya lideri Muammer Kaddafi’nin Türkiye’nin Kürtleri baskıladığı yönündeki suçlayıcı beyanatları, Türkiye’nin iç politik ortamında büyük sarsıntılara sebebiyet vermiştir.

Artan kamuoyu baskısıyla birlikte Türk Genelkurmayı ile Dışişleri’nin, Türkiye-İsrail ilişkilerindeki ivmelenmeyi hızlandırarak ve bu konuda mevcut hükümet üzerindeki baskısını artırarak Erbakan’ın dış politik hamlelerini dengelemek ve yine iç politikada RP’yi kendi seçmen kitlesi önünde sıkıştırmak maksadıyla da kullanıldığı değerlendirilmektedir.

90’lı yıllar boyunca Genelkurmay, İsrail ile yakın ilişkilerin geliştirilmesini ısrarcı biçimde savunmuş, aynı zamanda Dışişleri bürokrasisi de dış politikada mevcut hükümetten daha tayin edici bir konumu olduğunu göstermiştir. Öte yandan unutulmamalıdır ki, Genelkurmay’ın bu tutumunda salt iç politik kaygılar değil aynı zamanda 90’lı yıllar boyunca ülke çapındaki gelişmelerle birlikte giderek artan güvenlik kaygılarının da etkisi bulunmaktadır.

Gelişmelere İsrail’in iç politik cephesinden bakıldığında ise gazeteci Mehmet Ali Birand’ın konuyla ilgili olarak aktarımları önemli bir anektod niteliğindedir. Zira Birand, Yithzak Rabin ve Şimon Peres’le yaptığı mülakatlarda, her iki ismin de terör örgütü PKK’ya dair yaklaşımlarına dönük sorularını yanıtsız bıraktıklarını ifade etmektedir. Öte yandan Benjamin Netanyahu’nun açık ve net bir şekilde PKK’yı bir terör örgütü olarak gördükleri ve İsrail’in bağımsız Kürt devletinin kuruluşunu desteklemediğini beyan etmesi dikkat çekicidir.

YENİ EKSEN

Değerlendirmelere göre 1996 yılının ilk aylarına kadar Ankara’nın, Tel Aviv’le iş birliğine yönelik ilgisi kültürel ve ekonomik konuları kapsamaktayken, İsrail ise özellikle askeri iş birliği için önemli bir fırsat kapısı araladığına inanmaktaydı. Bu konuda yoğun çaba gösteren Tel Aviv, Türk Dışişleri ve Genelkurmay kadrolarının da desteğiyle, 1996 yılında Ankara ile önemli bir askeri iş birliği ve koordinasyon anlaşması imzalama fırsatı yakaladı. İmzalanan anlaşma kapsamında, İsrail Hava Kuvvetleri’ne bağlı savaş uçakları, Türk hava sahasında eğitim görebilecekti. Yine aynı yılın Ağustos ayında dönemin Türk ve İsrail hükümetleri, askeri teknik bilgi ve uzmanlık konularında ek bir anlaşma daha imzalayarak, Türk Hava Kuvvetleri’ne ait 54 F-4 Phantom savaş uçağının modernizasyonunun İsrail’in önde gelen havacılık şirketlerinden Israel Aerospace Industries’in (IAI) tarafından gerçekleştirilmesi konusunda mutabakata vardı. Anlaşmayı daha da cazip hale getiren İsrail, söz konusu modernizasyonun neredeyse tüm maliyetine eşit bir krediyi Türkiye’ye verdi.

Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın ve Savunma Bakanı Turhan Tayan’ın 1997 yılında İsrail’i ziyareti, ardından aynı yıl içerisinde İsrail Dışişleri Bakanı David Levy ve  Genelkurmay Başkanı Amnon Lipkin-Shahak’ın Ankara’ya gelişi, ilişkilerin artan askeri iş birliği boyutunu gözler önüne sermektedir. Ayrıca yine bu dönemde MİT ve MOSSAD arasında resmen imzalanan istihbarat paylaşımı mutabakatı da oldukça önemlidir.

Türkiye ve İsrail arasında bu dönemde artan askeri, diplomatik iş birliği üç noktada incelenebilir:

  • Lobi desteği: ABD’nin bölgedeki en güvenilir müttefiki durumunda olan İsrail’in özellikle Washington’un politika belirleme süreçlerinde karar alıcılar nezdinde geniş bir etkisi olduğu bilinmektedir. Türkiye ve ABD ilişkilerini her dönemde erozyona uğratmaya çalışan Ermeni ve Rum lobilerine karşı, American Israel Public Affairs Committee (AIPAC) ve Christians United for Israel (CUFI) gibi ABD siyasetinde muazzam derecede etkili lobi organizasyonlarının avantajına sahip olan İsrail, bu bağlamda Türk karşıtı lobilerin önüne etkili bir set çekebilme yetisine haizdir.

 

  • Terörle mücadele: Terörle mücadele konusunda Ankara ve Tel Aviv arasındaki iş birliğinin geçmişi ise 1970’li yıllara kadar dayanmaktadır. Özellikle İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efrahim Elrom’un, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi (THKP-C) üyesi sol teröristler tarafından kaçırılarak, katledilmesi süreci bu anlamda önemli bir hadise olarak tarih sayfalarında yer almıştır. Türkiye’nin 70’li yıllarda karşı karşıya kaldığı sol terörizm tehdidiyle birlikte, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ile İsrail istihbarat topluluğu arasında sık sık istihbarat paylaşımı gerçekleştirildiği bilinmektedir. Zira yukarıda adı anılan THKP-C gibi sol terör örgütlerinin ilk nüvesi ve temel eğitim merkezi Lübnan topraklarında bulunan Bekaa Vadisi’dir.

 

Ayrıca Lübnan İç Savaşı sırasında Bekaa Vadisi merkezli olmak üzere FKÖ’nün eğitim kamplarından faydalanma imkanı bulan PKK, içeride de Türkiye Devrimci Halk Kurtuluş Ordusu – Cephesi (THKP-C), Türkiye İşçi Partisi (TİP) gibi 1970’lerin yasal ve yasal olmayan önemli sol örgüt ve yapılanmaları ile de örgütsel ilişkilere girmiş, bu örgütlerden çokça etkilenmiştir. Bu anlamda PKK’nın, dünyada ve Türkiye’de sol terörizmin ivmelendiği 70’li yıllardan itibaren içeride ve dışarıda geliştirdiği iş birlikleri ile önemli tecrübeler edindiği ortadadır. Bu bağlamda İsrail ve Türkiye’nin bu dönemde istihbarat iş birliği çabaları PKK’nın kuruluş dönemine de rastgelmektedir. Bu tarihsellikten ve PKK’nın 1980 sonrası bölge ülkeleriyle Türkiye aleyhinde kurduğu ilişkilere bakarak, Tel Aviv ve Ankara’nın terörle mücadele konusundaki ortak çabalarını; 1990’lı yıllardaki iş birliğinin ana sac ayaklarından biri olarak oturtmakta zorlanmadığı değerlendirilmektedir.

 

  • İki Buçuk Savaş Stratejisi: 1990’lı yılların başında Şükrü Elekdağ tarafından ortaya atılan “iki buçuk savaş” kavramı Türkiye’nin bu dönemdeki tehdit algısını ortaya koyması bakımından oldukça değerlidir. Kavrama göre Yunanistan ile Suriye, Türkiye aleyhinde çıkar iş birliği içine girmişler ve amaçları doğrultusunda her iki ülke de terör örgütü PKK’ya yoğun şekilde destek vermiştir. Olası bir çatışma durumunda Türkiye’nin savunması, doğuda ve batıda iki cepheli, içeride ise terör örgütü PKK’nın tehdidini göz önünde bulunduracak şekilde dizayn edilmelidir.

 

İSRAİL İLE İŞ BİRLİĞİ SAYESİNDE ARTAN CAYDIRICILIK

Baas rejiminin hakimiyetiyle birlikte Suriye’nin Türkiye’ye dönük artan düşmanlığı, Şam’ın devlet destekli terör rolüne bürünme isteğini artırmıştır. 2001 Adana Mutabakatı’na kadar olan dönemde Suriye’nin elindeki tüm imkanlarla terör örgütü PKK’yı desteklediği de bir başka gerçek olarak ortada durmaktadır. Baas rejiminin üç ana başlık üzerinden Türkiye’ye dönük hasmane tutumunu, devlet destekli terörü bir aparat olarak kullanmaya kadar götürdüğü anlaşılmaktadır.

Bu başlıklar:

  • Suriye’nin Hatay üzerindeki hiç dinmeyen hak iddiası,
  • Türkiye’nin önemli bir kalkınma hamlesi olan Güneydoğu Anadolu Projesi’ni (GAP), su kaynakları konusunda kendi için bir tehdit olarak görmesi,
  • Soğuk Savaş ortamı içerisinde Batı ittifakına yakınlığı ve NATO üyeliği nedeniyle ideolojik tavır,
  • Kendi toprakları içerisindeki Kürt nüfusa vatandaşlık hakkı dahi vermeyen Şam’ın, PKK eliyle Suriye Kürtlerinin odağını Türkiye karşıtlığına kaydırma çabası,

 

olarak ön plana çıkmaktadır. 1980 sonrası dönemde artan şekilde, terör örgütü PKK’ya üs, eğitim ve silah desteği sağlayan Şam, 1990’lı yıllarda PKK’nın Türkiye’ye dönük saldırılarını ve ülkenin iç barışını tehdit edecek düzeyde silahlı eylemlerini artırması, bu bağlamda Türkiye ve İsrail arasındaki güvenlik iş birliğinin de önemli tetikleyicilerinden biri olarak görülmelidir.

Ankara ve Tel Aviv arasında 1990’lı yıllardaki iş birliği, Türkiye’nin PKK terörüyle mücadelesinde elini güçlendiren bir hamle olmuş zira artan şekilde Suriye üzerinde caydırıcılığını artırmıştır. Son kertede Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in yasama yılı açılışında ve Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in bizzat Suriye sınırında yaptığı; terör örgütü PKK’ya olan desteğini kesilmesi, örgüt lideri Abdullah Öcalan’ın Suriye topraklarında himayesine devam edilmesi halinde bunun bir “casus belli” yani savaş sebebi sayılacağı yönündeki uyarılar sonuç vermiş ve örgüt elebaşı Baas rejimi tarafından Suriye topraklarından çıkarılmıştır.

Bu noktada Suriye’nin, Türkiye’ye karşı terör örgütü PKK’ya olan desteğini minimize etmesinde; Ankara’nın kararlılığı kadar, Tel Aviv ile geliştirdiği ilişkilerin de etkisi olduğu yadsınamaz. Zira İsrail-Arap geriliminde, Mısır ile birlikte Arap cephesinin başat taraflarından biri olan Suriye, hem kuzeyden hem de güneyden tehdit altına alınmayı kaldırabilecek güçte bulunmamaktaydı. 1976 yılında Lübnan’ın kuzey bölgesini işgal etmiş olan Suriye, İsrail ile hem direkt hem vekil şekilde bir çatışmayı ısrarla sürdürmekteydi. Türkiye’nin askeri kapasitesi gayet net bir şekilde bilen Şam, Ankara’nın kararlı tutumu ve yine Ankara-Tel Aviv hattındaki yakınlaşmayla birlikte, iki cepheli bir savaşın ağırlığını kaldıramayacağını kesin olarak görmüştür. Türkiye’nin, diplomasiyi zorlayıcı unsurlarla beraber kullanmasıyla birlikte Şam rejimi, Ankara’ya karşı terör kartını kullanmasının sürdürülemez hale geldiğini görmüş ve teröre olan desteğinin maliyetinin kendi açısından faydasını çoktan aştığını kavramıştır.

Bu askeri iş birliği anlaşmasıyla birlikte İsrail, topraklarının boyutu itibarıyla yaşadığı hava sahası sıkıntısı ve bu alanda savaş uçağı eğitimlerinde yaşadığı darlığı, muadillerine göre çok daha yakınında bulunan Türk hava sahasını kullanarak, maliyet etkin bir faydayla aşma imkanı buldu. Bugün halen iş birliği anlaşmasının kapsamı tam olarak açıklanmamış olsa da değerlendirmelere göre; herhangi bir kriz ya da savaş durumunda denizaltıları ve gemileri için İsrail’e güvenli limanlar sağlama konusunda Türkiye mükemmel bir konumda bulunmaktadır. Tel Aviv için Ankara ile iş birliğini geliştirmesinin özellikle coğrafi avantajları net bir şekilde ortadadır.

Öte yandan Berlin Duvarı’nın yıkılması ve iki Almanya’nın birleşmesi sonrasında Sovyet yapımı üç adet MiG-29 savaş uçağının İsrail’e teslim edildiği,, Suriye hava gücünün temel savaş uçağı durumundaki MiG-29’lara ait teknik bilgilerin, İsrailliler tarafından Şam rejiminin olası hava tehdidine karşı Türkiye’ye aktarıldığı bilgisi dikkat çekicidir.

Yunan uçaklarına, Suriye hava üslerine erişim ve kullanım imkanı veren 1995 tarihli Suriye-Yunanistan anlaşması oldukça da bu bağlam içerisinde önemli bir gelişmedir. Türkiye ve İsrail arasında özellikle askeri iş birliği ekseninde gelişen ilişkiler, yukarıda bahsedildiği gibi Suriye için bir güvenlik kabusuna dönüşmüş, Şam rejimi, yakın coğrafyasında yeni ortaklıklar yolunda her zamankinden daha farklı kombinasyonlara gitme gereği duymuştur. 1995 yılında imzalanan Suriye-Yunanistan anlaşması bu kapsamda değerlendirilmeli, iki ülkenin ortak tehdit algısında Türkiye’nin en üst sırada olduğu gerçeğinin bu anlaşmaya giden yolda ana tetikleyici olduğu unutulmamalıdır.

Türk Donanması’na ait gemiler, “SeaWolf-97” tatbikatı çerçevesinde İsrail’in Hayfa Limanı’nı ziyaret ederken, Türk-ABD-İsrail donanmalarının ortaklaşa olarak Ocak 1998’de gerçekleştirdiği “Reliant Mermaid” deniz tatbikatı, bu iş birliğinin gücünü ortaya koymak bakımından dikkatleri üzerine çekmiş; İran ve Arap devletlerinin kınama açıklamalarının hedefi olmuştur.

Ayrıca İsrail savaş uçaklarının, Türkiye’nin sınırını paylaştığı Irak ve İran yakınlarında uçması, Tel Aviv’e karşı hasmane tutuma sahip bu ülkelerin üzerinde önemli bir caydırıcılık yaratabilirdi. Yine Iran ve İran’ın sıklıkla balistik füze kullanımıyla tehdit ettiği İsrail, Türk hava sahasını kullanma imkanını yakalayarak bu tehditlere karşı koyma noktasında etkinliğini artırma imkanı yakalayacaktı. Bu sayede İsrail, bölgedeki hasımlarına karşı caydırıcılığını Türkiye’nin katkısıyla muazzam derece artırma imkanı bulabilirdi.

Türkiye ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) arasında yaşanan S-300 krizi de, Tel Aviv ve Ankara arasındaki yakın iş birliğinin verimli bir sonucu olarak, Türkiye’nin faydasına olacak şekilde aşılabilmiştir. Güney Kıbrıslı yetkililerin ifadesine ve basına yansıyan haberlere göre, Kasım 1998’de Güney Kıbrıs’ta iki Mossad ajanı, üzerlerinde bulunan çeşitli gözetleme ekipmanlarıyla birlikte yakalanır ve yaşanan bu olayın ardından İsrail’in Türkiye’ye istihbarat desteği verdiği yönündeki GKRY şüpheleri daha da artar.

Ankara ve Tel Aviv arasında yükselen iş birliği, 1980’lerin başında Irak’ın İran’a saldırısıyla başlayan süreçle gelişen İran ve Suriye arasındaki yakınlaşmayı da pekiştirerek, iki ülkenin bölgesel konularda dış politika hamlelerini yakın koordinasyonla yürütmelerine kaynaklık etmiştir. Bu sürecin günümüze kadar devam ettiği de bir başka gerçeklik olarak ortadadır. 2011 yılında başlayan Suriye İç Savaşı’na, doğrudan sahada Şii milisler ve silah, mühimmat desteğiyle Baas rejimi saflarında dahil olan İran, 2021 itibarıyla da Beşar Esad üzerindeki etkisini muazzam oranda artırmıştır. Öyle ki, iki ülke arasındaki ilişkideki makasın İran lehine keskin bir şekilde açıldığını, Baas rejiminin kontrolünün Rusya ve İran arasında adeta pay edildiğini söylemek mümkündür.

DEĞERLENDİRME

İsrail ve Türkiye arasında askeri, kültürel, ekonomik ve istihbarat iş birliği konusunda 1990’lı yıllarda gelişen ilişkiler sadece bir ortaklık değil aynı zamanda stratejik bir eksen oluşturma çabasının da sonucudur.

Uluslararası ilişkilerde, iki ülke arasında iş birliği anlaşmaları sıkça karşılaşılan bir durum olmakla birlikte ülkelerin konumları ve birbirlerinden bekledikleri potansiyel fayda bakımından yalnızca kağıt üstünde kalmayan faydalı bir ortamın oluşmasına kaynaklık edebilirken, kimi zaman da yalnızca kağıt üstünde bir anlaşma olarak kaldığı görülmektedir.

1990’lı yıllarda Türkiye ile İsrail arasında imzalanan anlaşma, 1990’lı yıllardan başından itibaren giderek artan bir ivmenin zirve noktası olmakla kalmamış, zaman zaman temposu düşse de 2000’li yılların ilk yarısına kadar sürecek iyi ilişkilerin de en büyük destekleyicisi olmuştur. Orta Doğu’da laik, demokratik sisteme haiz ve Arap olmayan bu iki devlet arasındaki yakınlaşma, bu dönem içerisinde her iki ülke için de kayda değer faydalar sağlamıştır.

İsrail ve Türkiye’nin, 2021 itibarıyla tekrardan ilişkileri canlandırmak adına ortaya koyduğu irade, Doğu Akdeniz’de yapacakları olası stratejik iş birliği akıllara yine 1990’lı yılları getirmektedir. 1996 askeri iş birliği anlaşmasıyla Türk savaş uçaklarının modernizasyonu ve Popeye füzeleri konusunda ortak üretim çabaları, Atina’nın Tel Aviv’e dönük artan rahatsızlığına sebebiyet vermiştir.

Tarihsel olarak çeşitli konularda Türkiye ile anlaşmazlık içinde olan Yunanistan, İsrail ile askeri ilişkileri nedeniyle Türkiye’nin güçlenmesini onaylamadı. Geleneksel olarak Arap yanlısı olan Yunanistan, İsrail ile tam diplomatik ilişkiler kurmayı ancak Mayıs 1990’da kabul etti. Şubat 1998’de, İlerleyen dönemde terör örgütü PKK lideri Abdullah Öcalan’ın himaye edilmesine doğrudan rol oynayacak olan Yunanistan Dışişleri Bakanı Theodoros Pangalos’un, Tel Aviv ve Türkiye arasındaki iş birliğini; “suç faillerinin ittifakı” ve “bölgesel güvenliğe bir tehdit” olarak nitelendirmiş, Eylül 1998’de İran ve Ermenistan dışişleri bakanları ile ortak bir zirvenin öncülüğünü yaparak, nihayetinde PKK konusunda Suriye’nin ve S-300 krizinde Yunan-GKRY ortaklığının geri adımının da gösterdiği gibi kendi açısından başarısız bir çabayla Türkiye’ye karşı kuşatma stratejisi geliştirmeye çalışmıştır.

 

Mertcan Gürkan, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni 2016 yılında bitirdi.

Avrasya İncelemeleri Merkezi’nde “Nükleer Anlaşma Sonrası Güney Kafkasya-İran Hattında Beklentiler” başlıklı raporuyla stajını tamamladı. Bir süre Kırım Haber Ajansı’nda editörlük yaptı ve sonrasında Polis Akademisi bünyesinde çeşitli çalışmalarda bulundu. 2023 yılı itibarıyla Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi’nde akademik çalışmalarını sürdürmektedir.

Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

You May Also Like

Köşe Yazıları

Basra Körfezinin girişinde yer alan Abu Musa, Küçük ve Büyük Tund adaları 1971 yılında İran tarafından adaların ilhak edilmesinden itibaren günümüze kadar geçen sürede...

Köşe Yazıları

En sonda söylemek gerekeni en başta söyleyelim; Türkiye bu projeyi tamamlayacak, öngörülebilir gelecekte de tamamlamaktan başka bir seçeneğe sahip değil. Bu mecburiyetin gerekçeleri ayrı...

Köşe Yazıları

Yunanistan, önümüzdeki 6 yıl içerisinde sahip olacağı kabiliyetler sayesinde, olası bir çatışmanın 8. saatinde; Tüpraş ve Aliağa rafinerileri; Gölcük ve Aksaz donanma üsleri, Arifiye...

Köşe Yazıları

7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Gazze İsrail savaşıyla beraber dünya gündemi bu savaşın yıkıcılığına odaklandı. Savaşla birlikte Hamas’ın en büyük destekçilerinden biri olan İran’ın,...

Exit mobile version