Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü sadece Türklere değil, Orta-Doğu ve özellikle Filistin için de sancılı günlerin başlangıcı oldu. Uzun süren Gazze kuşatmasından sonra 1917 sonunda Türk Ordusu Filistin’nden tamamen çekildi. Mondros ateşkes anlaşması ile birlikte hukuken İngiliz idaresine giren Filistin’de 1948’e kadar sürecek olan manda yönetimi tesis edildi. 1. Dünya Savaşı sırasında Yahudi iş adamları ve bankerlerin desteğini almak amacıyla ilan edilen Balfour Deklarasyonu doğrultusunda Filistin’de Yahudilere yurt tesisi için çalışmalara başlandı. İlginç olanı Balfour Deklarasyonu’nu yayınlayan dönemin muhafazakâr İngiliz hükümeti antisemit olarak bilinmekteydi. Bir başka deyişle dönemin İngiliz Başbakanı Arthur Balfour’un asıl niyetinin Avrupa’daki Yahudilerden kurtulmak için Filistin’de bir Yahudi Devleti kurmak olduğu iddia edilmektedir. Belirtmek gerekir ki Stalin dönemi Sovyetler Birliğinde ve Nazi Almanya’sında dahi Yahudilerin sürgün edilerek oluşturulacağı Yahudi Devleti projeleri var olmuştu.
Filistin’e Yahudilerin kolonileşmesi bilinenin aksine Osmanlı döneminde başlamıştır. II. Abdülhamid döneminde özellikle Doğu Avrupa’dan göç yaşanmıştır. Diğer taraftan Almanya ile yakınlaşan Osmanlı, Alman Yahudilerine Filistin’e yerleşme ve mülk edinme hakkı tanımış ve bu hak 1916’da Cemal Paşa’nın bölgeye gelmesine kadar devam etmiştir.
Buna rağmen Osmanlı Yahudileri çoğunlukla Siyonizm’e karşı durmuş ve Filistin’e göç etmekten ziyade Türkçülük politikalarının şiddetli savunucuları olarak Türk kimliklerini ön planda tutmuşlardır.
İngiliz idaresinde ise Yahudi göçü sistematik bir hal almış, Nazi Almanya’sının yükselmesiyle birlikte Avrupa’daki Yahudiler için Amerika ve Filistin cazip yerleşim seçenekleri haline gelmiştir. 2. Dünya Savaşının bitmesiyle boşalan toplama kamplarının sakinleri ise kendilerinde acı hatıralar bırakan Avrupa coğrafyasını terk ederek Filistin’de kendilerine yeni bir yaşam seçmiştir.
İngilizlerin Filistin’i terk ettiği tarihe kadar gerek Yahudiler gerek Araplar, koloni idaresine karşı kalkışmalarda bulunmuştur. 1947 yılında Birleşmiş Milletler Filistin’in Araplar ve Yahudiler arasında bölünmesi için bir plan kabul edilmiştir. Bu plana göre 1967 sınırları olarak bilinen sınırlardan çok daha büyük miktarda toprak Araplara bırakılmış, Yahudi devletine bırakılan topraklar ikiye bölünerek Arap topraklarından serbest geçiş temin edilmişti. Ancak Araplar bu planı kabul etmeyerek 1948 yılında bağımsızlığını ilan eden İsrail’e savaş ilan etmiş ve mağlup olmuşlardır.
(Fotoğraf 1: BM 1947 Planı)
1957’de Süveyş krizinden sonra Orta-Doğu’da saflar sıklaşmış, Arap ülkeleri Doğu bloğunda yer alırken İsrail, Batı’nın Orta-Doğu’daki karakolu konumuna gelmiştir. 1967 yılında ise İsrail, Arap ülkelerinin aşırı silahlanmasını bahane göstererek sürpriz bir baskınla başta Mısır olmak üzere Arap ülkelerinin ağır silah gücünü tahrip ederek yenilmez İsrail ordusu imajını yaratmıştır. Tarihe “6 Gün Savaşı” olarak geçen bu savaşta İsrail Kudüs, Sina Yarımadası, Golan Tepeleri, Gazze ve Batı Şeria’yı ele geçirmiştir. 1973’teki Yom Kippur savaşında Araplar kısmen kazanımlar elde etse de Filistin’i geri alamamıştır. Bu yıldan sonra Arap ülkeleri İsrail ile iyi ilişkiler geliştirmeye başlamış ve Filistin’i kaderine terk etmiştir.
Uzun bir süre İsrail işgalinde kalan Filistin’de, 1993 yılındaki Oslo Görüşmeleri sonrası Filistin Ulusal Otoritesi’nin kurulması kabul edilmiştir. Barışa giden ilk somut adım olarak kabul edilen bu gelişmeyi 2005 yılında İsrail’in Gazze’deki Yahudi yerleşimlerini boşaltması izlemiştir. El Fetih yönetimindeki Filistin Ulusal Yönetimi’nin İsrail ile müzakerelere girişmesi ve uluslararası alanda çözüm arayışları, yeni bir muhalefetin oluşmasına sebep oldu. Hamas liderliğinde muhalif gruplar 2007 yılında Gazze’de yönetimi ele geçirerek Batı Şeria’daki yönetimden ayrı bir idare tesis etti.
Hamas ideolojik olarak Müslüman Kardeşlere yakın olmakla birlikte, Arap Sosyalizmini benimsemiş seküler El-Fetih ile taban tabana zıt bir anlayışa sahipti. İsrail ile müzakereleri reddederek, batı kurumlarının aracılığına karşı çıkmaktaydı. Taraflar birbirini “İsrail’in projesi” olmakla, “Filistin davasına ihanet etmekle” suçlamaktaydı. Hal böyle iken İsrail-Filistin barış süreci çıkmaza girdi ve çatışmalar yoğunlaştı.
Neredeyse her sene kutsal bir zaman dilimine denk gelecek şekilde Hamas İsrail’e füze atmakta, İsrail de orantısız bir şekilde Gazze’deki sivil yerleşimleri bombalamaktadır. Her bombardımanda dünya başkentlerinde İsrail kınanır, her seferinde ucu kaçırılmış anti-semitik söylemler piyasaya çıkar, televizyonlarda İsrail karşıtı Ortodoks Yahudi gruplar gösterilir ama değişen bir şey olmaz.
7 Ekim tarihindeki Hamas’ın İsrail’e yönelik geniş çaplı terör eylemi ve sonrasında İsrail’in Gazze’ye yönelik orantısız ve hukuk tanımayan hareketi nicedir süren çıkmazın bugünkü tezahürüdür.
Gerek Arap dünyasının gerekse batılı güçlerin sorunu çözme konusunda bir irade göstermemesinin yanısıra tarafların da uzlaşmaya yaklaşmaması Gazze’nin daha çok bombalanacağını gösteriyor. Bunu takiben Hamas daha çok füze fırlatacak, İsrail daha çok bombalama bahanesi bulacak, direnen Hamas halk nezdinde daha çok meşru olacak ve Filistin sorunu çözümsüz kalacaktır.
Uluslararası Hukuk ne diyor?
1967 yılındaki Altı Gün Savaşı, İsrail’in Arap ülkelerine yaptığı sürpriz bir saldırı ile başlamıştır. Meşru bir sebebe dayanmayan ani bir saldırı BM Şartı’nda düzenlenen kuvvet kullanma yasağının ihlalini oluşturduğundan, jus cogens ihlaliyle ele geçirilmiş toprakların kazanımı hukuka uygun değildir. Bu sebeple Filistin sorununun çözümü 1967 sınırlarına dönülmesi öncelikli gündem maddesi olmuştur. Her ne kadar İsrail saldırısını “önleyici meşru müdafaa”ya dayandırsa da uluslararası hukukta böyle bir norm kabul görmemektedir.
İsrail Ordusu (IDF) Filistin’e düzenlediği operasyonlarda yasaklı silahlar kullanması gibi anlık ihlallerin yanı sıra, İsrail’in sürekli ihlalleri de söz konusudur. Bunlardan ilki Filistin’de iki devletli çözümü zora sokan Yahudi yerleşimci politikasıdır. Buna göre İsrail 6 Gün Savaşı sonrası işgal ettiği Batı Şeria topraklarına Yahudi yerleşimciler getirmekte. Böylece bölgenin demografisini kendi lehine değiştirmeyi amaçlamaktadır. Ancak uluslararası teamül haline gelmiş IV. Cenevre Sözleşmesi, işgalci gücün işgal ettiği topraklarda bu tür yerleşim faaliyetlerini yasakladığından Birleşmiş Milletler, İsrail’in bu siyasetinin uluslararası hukuka aykırı olduğu ilan etmiştir. BM’nin uyarılarına rağmen bu siyasetine devam eden İsrail’in Batı Şeria’ya yerleştirdiği yasadışı Yahudi yerleşimciler bölgede etnik çatışmaya davetiye çıkarmaktadır. Yazının başındaki haritada görüleceği üzere bu yerleşim birimlerinin yerleri bağımsız bir Filistin’i zora sokmak için, Filistinli Arap toprakları arasında bir kara bağlantısı oluşmasını engelleyecek şekilde seçilmektedir.
(Fotoğraf 2: Yahudi Yerleşimciler)
2005 yılında İsrail’in tek taraflı olarak Gazze’den çekilmesi sırasında Yahudi yerleşimcileri de zorla tahliye etmesiyle oluşan trajik görüntüler medya tarafından sonrasında dramatize edilmeye devam etmiş, bu sebeple Batı Şeria’da yerleşimcilerin tahliye edilmesi ne zaman gündeme gelse toplumsal bir tepki ile karşılaşılmaktadır. İsrail’in Yahudi yerleşimlerini boşaltma gibi bir niyeti olmadığı gibi her gün yeni yerleşimler inşa etmekte, bu yerleşim yerlerinin güvenliğini sağlama bahanesiyle askeri birlikler yerleştirmektedir. Bugün Kudüs haricinde Filistin’deki Yahudi yerleşimci sayısı 350.000 civarındadır. Ünlü filozof ve kanaat önderi Noam Chomsky’ye göre İsrail koşulsuz şekilde bu topraklardan çekilmeli, Yahudi yerleşimciler ise kurulacak olan Filistin Devleti’nin vatandaşı olmalı, istedikleri takdirde İsrail’e dönmeleri sağlanmalıdır. Zira Chomsky bu büyüklükte bir tahliye başka sorunları beraberinde getirebileceğine dikkat çekmektedir. Bir dönem İsrail Dışişleri Bakanlığı yapmış Lieberman ise İsrail topraklarında yaşayan, İsrail vatandaşı Araplar ile Filistin’deki Yahudi yerleşimciler arasında bir nüfus mübadelesi önermiş, ancak bu plan “ırkçı” olduğu gerekçesiyle ağır eleştiriler almıştır.
2013 yılında Filistin Ulusal Otoritesi BM’ye “gözlemci devlet” sıfatıyla kabul edilerek, uluslararası alanda “devlet “olarak tanınmıştır. Buna rağmen hukuki temelini 1947 yılındaki Filistin’in Yahudiler ve Araplar arasında bölünme planından alan Filistin’in devlet statüsü hala tartışmalıdır. Bazı hukukçular Filistin’in devlet olmanın objektif üç şartını (toprak, halk ve tek otorite) taşımadığını ileri sürmektedir. Bu iddiaları dayanaksız değildir. Zira Batı Şeria’da El-Fetih, Gazze’de Hamas iktidarı varken tek otorite şartından bahsetmek güçtür. Bunun yanında toprak şartının da sağlanmadığı iddiası, birçok Avrupa ülkesinin Filistin’i tanımamasına gerekçe oluşturmaktadır. Gerçekten de Filistin Devleti’nin 1967 sınırları ile mi yoksa İsrail’ce 1993 yılında Filistin Ulusal Otoritesine devredilmiş topraklarda mı tanınacağı muallaktır.
Bir dönem Hamas ve El-Fetih’in ortak kabine kurma kararı alması tek otorite sağlanması konusunda olumlu bir adım olarak değerlendirilmiş ise de ortak kabine projesi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu durumdan da en çok rahatsız olan İsrail olmuştur. Zira Hamas-El Fetih ayrımı sürdükçe Filistin sorununun çözülmeyeceği aşikârdır. Bir adım ileri gitmek gerekirse birçok uluslararası siyasetçi silahlı mücadele ve İsrail ile müzakerelere girmeme yanlısı Hamas’ın Gazze’yi ele geçirmesine İsrail’in göz yumduğunu, bu sayede İsrail’in Batı Şeria’da planlı işgal siyaseti için zaman kazandığını söylemek bir komplo teorisinden fazlasıdır.
Barış Planları
Filistin sorununun çözümü için tek devletli, iki devletli ve üç devletli çözüm başlıkları altında çeşitli planlar önerilmektedir. Bu planlara kısaca değinmek gerekirse tek devletli çözüm, Filistin topraklarının İsrail’e ilhakı ve Araplara bu topraklarda kültürel veya idari özerklik tanınması yönündedir. Filistin’in BM’ce devlet olarak tanınmasından sonra taraftarlarının elini güçlendiren iki devletli çözüm ise 1967 sınırları veya tarafların belirleyeceği şekilde iki egemen Filistin ve İsrail devletleri kurulmasını öngörmektedir. Ancak bu durumda Kudüs’ün statüsü ve Yahudi yerleşimcilerin durumu gibi kritik başlıklar vardır. Üç devletli çözüm ise Batı Şeria’nın kontrolünü Ürdün’e, Gazze’nin kontrolünü de Mısır’a bırakmayı önermektedir. Bu plan özellikle Gazze ve Batı Şeria arasında Hamas-El Fetih ayrılığında olduğu gibi idari krizlerin çıkmasını önleyeceği için desteklenmektedir.
Ne yapmalı?
1967 sınırlarının Filistin’in hukuki sınırları, Batı Şeria’daki yerleşimlerin yasadışı olduğu uluslararası hukukça açıktır. Ancak uluslararası hukuku harekete geçirecek bir siyasi güç eksiği olduğundan Filistin’in sorunları çözümsüz kalmaktadır.
Türkiye’nin ekonomik yapısı ve dış politikadaki etkisi göz önüne alındığında bu sorunu tek başına çözebilecek bir durumda olmadığı rahatlıkla görülebilir. Keza İran ve Suriye de batıyı etkileyebilecek, çözüme zorlayacak silahlardan yoksundur.
Burada daha önce etkisi ispatlanmış bir yöntem devreye girmelidir; Petrol Ambargosu…
1973 yılında Yom Kippur Savaşında yenilmeye başlayan İsrail’i Arapların elinden kurtaran Amerika Birleşik Devletleri ve NATO, savaşın sonunda Arapların elindeki yegâne işe yarar silahın gazabına uğramıştı. 1973 Petrol Ambargosuyla dünyada petrol krizi çıkmış, batılı güçler Araplar ile İsrail’i uzlaştırma girişimlerine başlamış, sonunda İsrail, Sina yarımadasından çekilmeye zorlanmış, Filistinlilerin durumunda kısmi iyileşme sağlanmış ve Mısır-İsrail barışı imzalanmıştır. Başta Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler olmak üzere bu ülkelerin girişimleriyle batının çözüme zorlanması için ekonominin vurulmasından başka çare görülmemektedir.
Tabi bu Araplara sınırsız talep hakkı vermeyecektir. İsrail’in yerleşimcilerin durumu ve Kudüs’ün statüsü gibi radikal kararlar alması gerekirken, Arapların da İsrail’in Orta-Doğu’daki gücü ve realitesini tanımalıdır. Zira Hamas ve Hizbullah gibi gruplar statükonun halkına verdiği ıstırabı göz ardı ederek İsrail’i Ortadoğu’dan silmek, Yahudileri yok etmek gibi söylemlerle uzlaşmaz tavır sergilemektedir. Bu tür gruplar ve siyasi fraksiyonlarla mücadelenin barış sonrasında Araplarca yapılması gerekmektedir aksi takdirde İsrail her daim kendi varlığını korumak adına askeri müdahale bahanesini kendinde bulacaktır.
Diğer taraftan siyasi meşruiyetini kaybetmiş El Fetih ve uzlaşmaz tavırlarıyla öne çıkan Hamas yerine Filistin Halkının meşru temsilcisi olabilecek yeni bir figüre ihtiyaç var. Siyasi ve askeri kangren haline gelmiş bu sorunun çözümünü isteyen aklı başında batılı aktörler ve körfez ülkeleri Muhammed Dahlan adını ön plana çıkarıyor. Aslen Gazzeli olan Arap Milliyetçisi Dahlan, El Fetih içinde siyasete başlamış, Gazze’de El-Fetih yapılanması içinde yönetici pozisyonda görevler almıştır. Filistin Meclisinde milletvekili de olan Dahlan, casusluk ve yolsuzluk suçlamalarıyla tutuklanmak istense de Birleşik Arap Emirlikleri’ne sığınmıştır. Dahlan bir Arap Milliyetçisi olarak başladığı hayatına daha liberal fikirlerle devam etmiş ve nihayetinde El-Fetih ve Hamas arasında bir üçüncü yol olarak var olma iddiasıyla Filistin dışından siyaseti yürütmektedir. Muhammed Dahlan adı Türkiye için yabancı değil, Dahlan Türkiye’de BAE adına casusluk yaptığı iddiasıyla soruşturma geçirmekte ve “15 Temmuz Darbe Girişimi” dosyasında gıyaben yargılanmaktadır. İddiaya göre Fethullahçı Terör Örgütü ile BAE arasındaki ilişki trafiğini ve finansal ağı Dahlan yönetmekte ve 15 Temmuz Darbe Girişimi’nde doğrudan dahli bulunmaktadır.
Batı Dünyası ile Körfez Ülkelerinin son dönemdeki yakınlaşması göz önüne alınırsa, Hamas’tan temizlenmiş ve batı tarafından desteklenen bir figür olarak Filistin’e Dahlan’ın iktidara getirilmesi İsrail-Filistin barış görüşmelerinin yeniden başlaması ve belki de barışın nihayete ermesi anlamına gelebilecektir. Ancak Türkiye’de bir numaralı devlet düşmanı ilan edilmiş Dahlan’ın “kardeş” Filistin halkının devlet başkanı olmasına Türkiye nasıl bakacak ayrı bir muammadır.
